8. BÖLÜM
Keyifli okumalar.🤍
8.BÖLÜM
VİCTOR MARTİN.
Keskin kılıcımın ucundan akan kan damlalarını izlerken, "Öyle iş olmaz," dedim. Kara bakışlarımı sol tarafa çevirdim. "Sevdiğin kadını buraya getirmen, ona yapacağın en büyük kötülük olur Elvis."
"Binlerce adamın seyrine çıkmasına, ezilip kakılmasına katlanamıyorum artık Victor."
"Katlanamıyor olsaydın ölürdün," dedim ve gerinip tahta masanın üzerindeki mendile uzandım. Katlanamıyorum, oldukça manasız bir kelamdı. Katlanamayan birisi çoktan ölürdü.
Elvis ellerini masanın üzerine koyarak eğilince bir şey söyleyeceğini anlayıp başımı kaldırdım. O sırada içinde bulunduğumuz çadırın fermuarı açıldı ve içeriye, elinde varaklı bir tepsiyle adamın birisi girdi. Saygıyla masaya dek yaklaşıp şerbetlerimizi önümüze koydu ve selamını verip arkasını döndü, çadırdan çıkıp fermuarı kapattı. Kılıcımda olan tüm kan sızdığı için kaldırdım ve mendille, üzerinde kalan kan lekelerini sertçe sildim.
"Victor, sen istersen herkesi koruyabilirsin," dedi Elvis, masaya doğru abanıp sesini alçaltarak. "Aşık olduğum kadını da koruyabilirsin."
"Bu iş benimle bitmez," dedim ve sandalyede hafifçe eğilip kılıcımı yere bıraktıktan sonra doğruldum, sırtımı ardıma yaslayıp dirseklerimi de tahta sandalyenin kenarlarına koydum. "Burada otuz tane erkek var, dağ başında. Hepsi de haydut. O kadını buraya getirsen sihhatinden emin olabilir misin? Her an birisi ona saldırabilir, sen de biliyorsun."
Saçları omuzlarına kadar iniyordu, epey de koyu gözleri vardı. Hiddetlenince burun delikleri daha büyüyordu, üstelik tükürerek konuşmaya başlıyordu. Puştun bunu kesmesi lazımdı, ıslak şeylerden tiksinirdim. Yumruğunu masaya daha sağlam yaslayıp, "Sen hepsini hizaya sokabilirsin," dedi. "Senden korkuyorlar."
Masaya yasladığı yumruğuna ters ters bakıp başımı hafifçe sola doğru oynattım. "Şehvet dostum, bu duygudan çok korkarım." Elimle sertçe çadırın dışını gösterdim. "Bu orospu çocuklarının bu duyguya ne kadar çabuk kapıldığını sen benden daha iyi biliyorsun. Aşık olduğun kadını getir, hepsi sıraya girsin, olur mu?"
"Ah!" Yumruklarını çekti ve doğrulup bana arkasını döndü, ellerini saçlarının arasından geçirirken hırıltılı biçimde soludu. Çadırın içinde yanan mumun ateşi, onun esmer yüzünde gölgeleniyordu. "Anlamıyorsun Victor, çünkü sen hiç aşık olmadın."
Önümdeki dört köşeli masaya doğru abanıp şerbetime uzandım. Yukarıya kaldırıp tadına baktım, beğenmeyip geri bıraktım. "Ya Hare?" dediğinde, tüylerim adeta diken diken oldu. Başımı sakince hareket ettirip tekrardan bana dönmüş olan arkadaşıma baktım. "O Misli'nin yerinde olsaydı, bir kerhanede adamları eğlendirseydi onu almaz mıydın?"
Babana bile güvenme.
Sakince arkama yaslayıp dudaklarımda kalan şerbetin ıslaklığını dilimin ucuyla emdim. "Hare'nin adını anarken bir destur çek," dedim ve işaret parmağımı suratına salladım. "Olur olmadık yerlerde de anma adını, bu haydutların arasında hiç anma! Onun adını söylerken iki kez düşün."
"Neden hayal etmiyorsun?" Tekrar masaya dek yürüdü, ellerini yaslayıp eğildi. Gözlerimin içine öfkeyle baktı. "Onun başı belada olsa buraya getirip bakmaz mıydın?"
"Ben kadınımı sokakta bulmadım." Aslında sokakta bulmuştum ama konumuz bu değildi. Ona elimin tersiyle geriye git, hareketi yaptım. "Getirip çakal sürüsünün arasına atmam!"
"Başka çarem yok! Onu götürebileceğim başka yer yok!" Acıyla ve öfkeyle konuşuyordu. Bu duygular boğazı yakan, burnu sızlatan duygulardı. "Klandan ayrılmayı denedim, tehdit ettiler!"
"Bu klanı, haydutları yok etmeden buradan ayrılamayız!"
"Sürekli aynı şeyi söylüyorsun ama hâlâ bu itlerin hakkından gelemedik Victor." Sesini yükseltmemesi gerektiğini ona hatırlatmadım, kendisi hatırlardı. "Gitmek istiyorum, Misli'yi alıp bu cehennemden gitmek istiyorum."
"Zamanı var," dedim sakince. Kaldırıp elimi saçlarımın arasından geçirdim. "Otuz adamla aynı anda başaçıkamayız. Acele işe şeytan karışır, bekle."
Ciğerlerine derin bir nefes çektikten sonra başını sallayıp masaya doğru yaklaştı. Masanın önünde de bir sandalye vardı, oraya oturup başını sol tarafında oturan bana çevirdi. "Hare, ne iş yaptığını biliyor mu?"
"Bir haydut olduğumu biliyor," dedim, gözlerimin önüne daha başka şeyler gelmeye başladığında.
"Çok enstresan bir kız," dediğinde ona hak verdim. Fakat Hare'nin adını bu yerde anmasından çok memnun değildim. "Galiba benle Misli'yi sevişirken gördü."
Gözlerimi yumup sabırla soludum. Kesin çok ürkmüştür, bunun hakkında bir şey bilmediği çok açıktı. Hayatımda gördüğüm en saf, masum kişiydi. Ağzına geleni söylüyor, duyguları nasılsa öyle yaşıyordu. Bana bazenleri cilve yapıyordu, haberi bile olmuyordu. "Kızı ürkütmüşsündür siktir gitin oğlu."
Kafasını geriye atıp bir de kahkaha savurdu. "Gördüğünden emin değilim, hiçbir şey belli etmedi."
"Tilki gibidir o," dedim, kafamı arkaya doğru atarak. Aynı zamanda saf.
"Saçları falan da çok tuh..."
"O konu hakkında konuşma," dedim rest çekerek.
"Pekâlâ," dedi, sesinde hâlâ kahkaha kırıntıları vardı. Dediğimin yapılmasından duyduğum memnuniyetle koltukta az daha gerindim. "Küçük gibi bu kız yalnız."
"Bir ve dokuz yaşındaymış," dedim, dudaklarım kıvrılırken.
"On dokuz mu? Belli zaten, çok masum, saf bir çocuk gibi. Aranızda altı yaş var." Düşünceli halde konuşuyordu. "Bence dokunma hiç o kıza, çekme hayatına. Bizim gecemiz gündümüz, evimiz aşımız yok. Yazık olur kıza."
"Kimsenin haberi olmayacak Hare'nin varlığından." Parmaklarım tahta masanın üzerinde ritim tutmaya başladı. "Onun yanı, benim nefeslendiğim bir yer yalnızca."
"Anlayabiliyorum duygularını," dedi Elvis, dertli bir sesle. Konuşurken kalın kaşları sertçe oynayıp duruyordu. "Çarpılmışsın kıza."
"Sen ağzını çok yorma dostum."
Sandalyede azıcık kaykılıp başımı sağa ve sola doğru oynattım. Boynum ağrıyordu, en son ne zaman huzurlu ve rahat bir yerde uyuduğumu hatırlamıyordum. Elimi boynuma attım, şah damarımın orayı ovalayıp sonra kalbime götürdüm. Kalbime doğru attığı okun izi hâlâ duruyordu, umarım kendisine yaklaşan herkese bu şekilde ok atıyordu. Bana da iş bırakmamış olurdu. Elimin ayasını göğüs kafesimin üzerine sertçe bastırdığımda, "Acıyor mu?" Diye sordu Elvis. "Neden kimin yaptığını söylemedin, elini keserdim."
"Lüzumu yok," dedim, cıklayarak.
Göğsümdeki o sızıyı hissedince elimi çektim ve gözlerimi sakince açtım. Çadırın naylon camına esen rüzgârı gördüm. Havalar gün geçtikçe soğuyordu, kuş tüyünden bir yorgan lazımdı bana. Elvis yerinden kalkıp keten pantolonunun cebinden bir mendil çıkardı, mendilin içine iki tane sigara sarmıştı. Birisini bana uzattığında derhal aldım ve oturduğum sandalyede kaykılıp sigarayı mumun alevine tuttum. Sigara alev alınca geriye çektim ve dudaklarım arasına koyup gözlerimi yumdum.
"Nereden aldın bunu?"
"Alman sigarası," dedi ama kimden aldığını söylemedi. Kaçak olduğu belliydi.
Sigarayı içerken kafamı arkaya yaslayıp dumanın burnumdan sızmasına müsaade ettim. Eski bir tanıdık gibi kapımı çalan rüzgârın sesini dinlerken, çadırın fermuarı bir daha açıldı. "Ben civardayım," diyerek dışarıya çıktı Elvis.
Açıklamasıyla alakalı herhangi bir yorum getirmedim. Sigaranın külünü silkmek için gözlerimi açtım ve çadırın bezine yansıyan gölgeme bakarak, sigara külünü mumun olduğu kaba silktim. İyi bir sigaraydı, daha önce içtiklerime benzemiyordu. Mumun üzerinde dalgalanan ateşe bakarken alnımı kaşıdım. Tanrı'nın şefkati Hare, umarım bu saatte evdedir, başına hiçbir dert açmıyordur. Ormanda yaşaması bir bakımdan iyiydi, haydutların hışmına uğramazdı.
Sigara bitince son parçasını mumun dibine bıraktım ve oturduğum ahşap ayaklı sandalyeden kalkıp kılıcımı da beraberinde aldım. Masayla sandalye arasından geçip elimdeki kılıçla beraber çadırın içinden çıktım, başımı çevirip civarıma baktım. Etrafta birçok çadır vardı, adamların çoğu yaktığı ateşin etrafında toplanmış, birbirine hikâye anlatıyordu. Yüksek, sinir bozucu kahkahaları kulaklarıma taştığında, kılıcı elimde çevirerek o tarafa ilerledim. Ateşin etrafında bir çember oluşturmuşlardı, birkaç kadın da cilveli cilveli onlara eşlik ediyordu. Beni fark ettiklerinde sessizleştiler, kafalarını çevirip baktılar. Hepsinin, mum sayesinde aydınlanan gözlerine bakarak, "Eğlenirken sesinizi kısın," dedim, tiksindiğim heriflere. "Yoksa bunu kılıcım yapar."
Aramızda bir lider yoktu ama sözü en çok dinlenen bendim. Zaman zaman bana karşı çıkan da olmuştu ama benim kaybedecek bir şeyim olmadığı için hepsini karşıma almıştım. İlerideki herifin, onlara bağırdığım için dişlerini sıktığını gördüm ama kendine bir iyilik edip bana karşı çıkmadı. O sırada yanıma bir hatun yanaştı, gömleğimi sıvadığım kolumu okşadı. "Nasılsın Victor?"
Canım Hare'den başkasını çekmediği için kadına gözümün ucuyla bile bakmadan arkamı döndüm. Naz yaptığımı sandı herhalde, koluma takılıp peşimden gelmeye devam etti. "Çadırına mı gidiyoruz?"
Kılıcımı bir daha salladım havada. "Arkadaşlarının yanına dön."
"Aaa." Hatun cilveli cilveli güldü. "Öyle deme, az seninle de eğlenelim?" Parmak uçlarında yükselip kulağıma yaklaştı, nefesinden içki yayıyordu. "Birkaç yeni içecek aldık, şerbetten bile güzeller. Memelerime döküp yalamayı istersin belki."
Durmanın vakti gelmişti, durdurmanın da. Ayaklarımı yere sağlam basıp başımı çevirdim ve beni öpmeye yeltenen kadının yakasından tutup onu püskürttüm. Neye uğradığını şaşırıp sendeledi ve küstah bir ses çıkarıp şaşkınca baktı. "Hayır hayırdır," dedim, kılıcımı elimde çevirerek.
Havada bir tur atan kılıcıma, sonra da yalnızca güzel bulduğu için yaklaştığı yüzüme bakıp eteklerini tuttu, arkasını dönüp eğlencenin oraya ilerledi. Kafamı önüme çevirip gömleğimin üzerindeki askıyı düzelttim ve çadırın yanından geçip, ferahlamak için nehrin oraya ilerledim. Ateşten uzaklaştıkça etraf zor seçilir oldu, mum almayı düşünmediğim için kendime öfkelendim ve sesi takip edip nehrin oraya vardım. Tepedeki mehtaba bakıp eğildim, akan nehrin kenarından biraz su alıp yüzüme, boynuma çarptım. Nehrin ve yosunların kokusu bana Hare'yi hatırlatıyordu, muhtemelen o da nehirin ılık suyunda yıkanıyordu. Saftı o, yıkanırken etrafına bakmak bile aklına gelmezdi. Umarım kimse onu izlemiyordur, yoksa sahiden kafası kılıcımdan geçerdi.
"Ah... Imm..."
Ellerim boynumdan aşağıya düşerken duyduğum inleme sesiyle beraber doğrulup arkamı döndüm. "Kim var orada?" Diyerek ay ışığı sayesinde ağaçların arasına daldım.
Birkaç hışırtı sesi geldi, sonra fısıltı sesleri. İki ağacın arasından çıktım ve karanlıktaki gölgelere baktım. İki baş korkuyla bana bakıyordu. Kılıcımı, kendimi korumak için kaldırdım ve az daha ilerleyip klanımdaki iki adama baktım. İkisi de üstünü başını düzeltiyor, korkuyla birbirlerine bakıyorlardı. Karşılarında durarak, "O sesi hanginiz çıkardı?" diye sordum.
İkisi de başını önüne eğdi. Titriyorlardı, çok da utanmış görünüyorlardı. Gömleklerinin yakaları açıktı, birinin çizmesi ayağından çıkmıştı. Birisi öne çıkıp, "Kavga ediyorduk," dedi. Arkada kalan başını eğdi, gözlerimi kısıp yakından bakınca onun on yedi yaşındaki şu çocuk olduğunu hatırladım; bastığımız bir evde görmüştük, bizimle gelmeyi istediğini söyleyip peşimize takılmıştı. Şimdiyse titriyordu, daha küçücük bir oğlandı. Ona kıyasla daha büyük olan önüme geçmiş, konuşuyordu. "Birbirimizden pek hoşlanmıyoruz da."
Başımı eğdim, çocuğu tepeden tırnağa süzdüm ve göğsündeki izlere bakarak, "Belli," dedim. "Çok belli hoşlanmadığınız."
Utanıp kızardı, başını eğdi. Bir adım daha yaklaşıp elimi boğazına sardığımda ses etmedi, beni tanıdığı için buna cesareti yoktu. Boğazını sıkıp yüzüne doğru yaklaştım. Mehtabın ışığı gözlerinin keskinliğini vurguluyordu. "Çocuğa saldırdın mı?" diye sordum, boğazını sıkarak.
Karşımdaki boğulur gibi bir ses çıkarırken, onun arkasında kalan oğlan öne çıkarak, "Hayır," dedi cılız bir sesle. Başı hâlâ önündeydi. "Sal... Saldırmadı."
Gönüllüydü demek. Boğazını sıktığım herifi serbest bırakıp geriye ittim ve o öksürmeye başladığında, işaret parmağımı ikisinin de suratına salladım. "Siz ölmeyi mi istiyorsunuz?"
Küçük olan kafasını hafifçe çevirip diğerine baktı, başını bir daha eğdi. Onun için endişelenmiş gibiydi. Öksürükleri bittiğinde, "Sen karışma," dedi diğeri. "Kimseye bunu söyleme."
"Bana emir verme seni sikerim." Gözlerimi ona diktim ve kılıcımı kaldırıp uyarı olsun diye keskin ucunu onun karnına yasladım. "Sizi görürlerse öldürürler. Bunu bilin. Ne halt ediyorsanız da ona göre edin."
Bu kez ikisi de başını önüne eğince kılıcımı çekip arkama döndüm ve nehrin sesi boyunca yol aldım. Saçlarımı karıştırıp çadırıma geri döndüm. Adamlar ateşin başında hâlâ camış gibi gülüyorlardı. Yüzümü buruşturup çadıra girdim ve elimde bir mumla dışarıya çıktım. O sırada çadıra doğru yaklaşan Elvis bana göz kırptı. "Nereye?"
"Kadınımın yanına." Ona uyarı dolu kara gözlerimle baktım. "Ben gelene kadar yokluğumu hissettirme bu haydutlara, hepsinin ağzına sıç."
Dolu dolu bir kahkaha attı. "Pek memnun oldum bunu duyduğuma."
Sırıtan yüzüne bakıp ardıma döndüm ve kılıcımı, pantolonumun kenarındaki kılıfa yerleştirip ağaca bağlı duran atıma ilerledim. Son günlerde benim uğruma çok yorulmuştu, bu yüzden onu yanıma almayacaktım. Elimi başının üzerine koydum ve kar gibi beyaz tüylerini okşayıp kafasını öptüm. "Yarın görüşürüz beyaz incim."
Atıma sırtımı dönüp elimdeki mumla beraber bayır aşağıya inmeye başladım. Epey yürümem gerekecekti, sabah vakti ancak varırdım. Dert değildi, Hare zaten gecenin bu saatinde uyuyor olmalıydı. Mum bitmeden varsam iyi olurdu. Gecenin serin soğuğu boğazımdan aşağıya inip gömleğimin içine ulaşıyordu, yaramsa biraz sızlıyordu. Birkaç kereden fazla gidip geldiğim için yolları biliyordum, kestirmeleri de.
Uzunca vakit sonra günün ilk ışıklarını tenimde hissedip başımı kaldırdım. Gün ağarıyordu, şafak vaktiydi. Yine de mumun yanmaya devam etmesi lazımdı, henüz her yer aydınlanmamıştı. Nihayet obaya varınca civarım biraz gün ışığıyla doldu, mumu söndürdüm ve kaldırıp bir köşeye attım. Daha önce Hare'yi gördüğüm asma köprüden geçtim. Onu her defasında ormanın içinde, herhangi gizemli bir yerinde bulmuştum. Bugün de bulabilirdim. Gökyüzünü etkisini etkisi altına alan gün ışığına bakarken seni vuracağım, diyen bir ses duyup başımı az ileriye çevirdim. Cehennemde de olsam bu sesi tanırdım.
Hare, nehrin içindeydi.
Sabah güneşinin ısıttığı suyun içinde yıkanıyordu.
Sırtı bana dönüktü, bu yüzden yalnızca çıplak omuzlarını ve nehrin içinde dağılmış kızıl saçlarını görüyordum. Karadaki geyiğine bağırıyor, yine bir şeyler söyleniyordu. Şafak vaktini yakalamıştı. Kıyıya doğru sessizce yaklaşıp sert biçimde yutkundum. Elleri nehrin içinde dolaşıyordu, başı, güneşi yakalamak için hareket ediyordu. Omuzlarından, kollarından ve bileklerinden akan su damlalarını keskin gözlerle izledim. Vücudunun yarısından çoğu suyun altındaydı, bu yüzden onu tamamen çıplak görmüyordum ama nehrin içinde çırılçıplak olduğuna emindim. Teni, beyaz inci gibi, bembeyaz ve lekesiz görünüyordu. Saçları dalgalı ve parlaktı. Güneş ışıkları teninden adeta akıyordu. Dudaklarımı yalayıp parmaklarımı üzerimdeki askılara götürdüm, pantolonuma bağlı olan askıları çıkarıp yavaşça yere bıraktım.
"İyi oldu sana," dediğini duydum o esnada. Suyun içine eğilmiş, birisiyle konuşuyordu. "Beni dinleseydin seni suyun içine bırakmazdım, ölmezdin sen de."
Bu kez üzerimdeki keten gömleğin düğmelerini çözdüm, vücudumdan çıkarıp yosunların üzerine bıraktım. Az daha ilerlemiş, nehrin karşısında, geyiğiyle konuşmaya başlamıştı. "Victor haydutu üç gündür gelmiyor," dediğinde dudaklarım kıvrıldı. Söylesem asla itiraf etmezdi ama demek ki beni özlemiş. Önce ayaklarımı, sonra da sessizce vücudumu suyun içine sokarken, Hare'de bıcır bıcır konuşmaya devam etti. "Gelmesin zaten, it!"
Dudaklarımı yalayıp ona tam arkasından yaklaştım ve Hare'nin nehrin içindeki ağırlığımı hissettiği anlarda, göğsümü sırtına yaslayıp kollarımı beline sardım. Çok korktuğunu gösteren bir çığlık atarak bana dönmeye yeltendiğinde, "Benim," dedim, başımı boyun açığına uzatarak. "Benim, Hare."
"Vi... Victor?"
Sesi titremişti, var saydığımdan da çok korkmuştu. Kollarımın sarıldığı yumuşak, ıslak bedeni kendime doğru çekerek, "Evet," dedim sakince. "Benim, korkma. Sana sarıldım sadece tamam mı?"
Çok şaşırmıştı ama bana da dönemiyordu. Suyun içinde hareketsiz kalmıştı, normalde böyle donuk tepkiler vermezdi. Ellerini kaldırıp kendine doğru sardığını görünce, "Titreme," dedim yatıştırıcı bir sesle. Kıvrımlı, zayıf vücudu benim bedenim üzerinde duruyordu. Onu ürkütmemek için ellerim hareketsiz kaldı. "Seni görünce girmek istedim, istersen çıkarım tamam mı?"
"Ben çıplağım," dedi, başını yerden kaldıramadan. Onun sesini ilk kez böyle cılız duyuyordum, normalde hep kibirli ve sert konuşurdu. Utandığını anlayıp, "Biliyorum," dedim. "Geçen gün bana sarılmıştın, sarılmayı sevdiğini düşünmüştüm."
"Ama çıplağım seni haydut!"
İşte, tanıdığım kadın buydu. Benim görmeyi sevdiğim kadın da buydu. Onun başını kaldırmasını, lüzum gördüğünde ağzımı payını vermesini seviyordum. Güçlü insan severdim ben, kendinden emin insanları. Vücudunu kendime doğru döndürmeye çalıştığımda, "Napıyorsun?" dedi bağırarak. "Bana böyle dokunamazsın."
Onu endişelendirmeyi istemediğim için kendime döndürmekten vazgeçtim ve çenemi ıslak saçlarına yaslayıp çıplak tenine, daha önce eşine benzerine rastlamadığım bir ihtiyaçla sarıldım. "Tamam. Peki sana sarılmaya devam edebilir miyim?"
Başını bir daha önüne eğdi, saçları nehrin üzerinde süzülüyordu. Suyun üzerinde güzel yüzünün yanmasını vardı. O izin vermediği için başımı eğip de bedeninin ön tarafına bakmadım, harikulade omuzlarını izlerken dudaklarımı yaladım. "Bunak görürse bana çok kızar," dedi.
Bunak. Cadı. Büyücü anne. Zannımca farklı şekillerde bahsettiği kadın aynı kişiydi, benim Hare'me bakıyordu. Yanağımı saçlarına sürtüp, "Olmayı istediğin yerde olduğun için kimse sana kızamaz," dedim.
"Ya tabi tabi. O bunak bana bir büyü karıştırır, bir daha karnım ağrır!" Sert biçimde konuşup nehrin içindeki ellerini çırptığında tebessüm ettim. "Yaramazlık yaptığımda bana bir büyü yapıyor, karnım ağrıyor. Bak aramızda kalsın, bir de bacaklarımdan kan geliyor. O cadıya bunu izah ettiğimde büyü yaptığını söylemişti, yine yaparsa..."
Başımı geriye atıp kahkahalarla gülmeye başladığımda Hare sustu ve kollarım arasında hareketsiz kaldı. Ay başı kanamalarının bu anlama geldiğini mi sanıyordu, bu kız tam bir çatlaktı. O büyücü yıllardır Hare'yi bu şekilde büyü yaptığını söyleyerek mi kandırıyordu? Hayatımda bundan daha eğlenceli hiçbir şey duymamıştım.
"Victor, gülme! Tanrı'nın cezası herif!"
Kahkahalarla sarsıldığım sırada gevşeyen kollarım arasından çıktı ve benden tarafa dönüp omuzlarıma vurmaya başladığında, gülüşümü kesen tek şey çıplak göğsüme yaslanan sıcak memeler oldu.
Gülüşüm hafifledi ve ellerim omuzlarıma yumruk atan bu dünya kadar güzel kızın ellerini tuttu. Gözlerimi omuzlardan, boğazındaki çıkıntıdan yukarıya kaydırıp ıslak ve tertemiz yüzüne baktım. Dudakları aralıklı ve nar gibi kırmızıydı. Burnunun üzerinde bir küçük su damlası vardı. Kızıl saçları bir yılan gibi boynuna dolanmış, bir kısmı da omuzlarında birikmişti. Kirpikleri ok gibi keskin, gözleriyse kırmızının en canlı, vahşi tonundaydı. Bir insanı öldürdüğümde onun vücudundan sızan renkteydi. Hırçın, asi, bakışlarına bakarken, "Sana verdiğim kelebek hâlâ duruyor mu?" diye sual ettim.
Yüzünde, güneş kadar parlak bir gülüş açtı ve heyecanla kafasını salladı. "Evet Victor evet, arkadaş olduk biz onunla."
Mest olup elimi kıvrımlı beline koydum ve mühürlenmiş gibi hissettiğim gözlerden ayrılamadan, "Peki sana bir kelebek daha versem," dedim fısıltıyla. Herhalde yeni farkına varmıştı, başını eğip yarım karış açtığı ağzıyla göğsüme yaslanan memelerine şaşkınlıkla baktı. Kimseye benzemeyen, görenin lanetli diyeceği gözlerini hayranlıkla izleyip güldüm. "Beni öper misin?"
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...